Özgürlüğe Mahkûm Türkiye Seçmeni:
İnsan özgürlüğe mahkûm derler ama bizim diyarda iş öyle kitaplarda yazıldığı kadar kolay değil. Hele bir de Türkiye’de seçmensen! Özgür irade mi? Aman aman, o işten de bize ne! “Bunca yükü alıp omuzlarıma koyacak değilim, karar işlerini başkasına devredeyim, rahat edeyim,” diyenlerin sayısı malum, az değil. Çünkü kolayına kaçmak var, düşüneceğine başkasının peşinden gitmek var. Hem kolay, hem de beynine yük bindirmiyor.
Şimdi, bir düşünelim: Sırf kendi yolunu çizmek, özgür iradeni kullanmak için kafa yormak mı? O kadar uğraşa gerek var mı? Etrafındaki çoğunluğa uymak, “Herkes bu yolda gidiyor, bir bildikleri vardır herhalde” diyerek arada kaynamak çok daha pratik. Çekirdek eşliğinde Twitter’a girip şöyle bir bak, zaten çoğu insan bu “sürü” seçeneğine gönüllü! Kendi kararını vermektense, topluluğun kararına uymak; hem kolay hem risksiz. “Beni kimse fark etmesin, etrafta ne var ne yok takip ederim ben…” Oh, mis.
Ama işin daha derin bir boyutu var, çünkü sürüye uymanın da ciddi yan etkileri var: Gün geliyor, kendin gibi düşünmemek bir alışkanlık, neredeyse bir refleks oluyor. Özgün düşünce? O da mı kim? Hepten vedalaşmışız. İşin doğrusu, “kendi hayatının seyircisi olmak” kadar komik ve trajik bir durum yok. Sen başkalarının yazdığı senaryoya figüranlık yaparken, asıl başrol orada gülüyor, eğleniyor. Bu hikâyede bize ne mi düşüyor? Ancak alkışlamak ya da mırın kırın etmek. Sahne onların; biz, sahnenin kenarında “Bu sefer olmadı” diyenlerle beraberiz.
Sonuçlar iyi mi oldu? Tam bizim istediğimiz gibi mi? “Vay be, ne seçtik ama!” diye ortalıklarda gezip gururlanıyoruz. Ama işler sarpa mı sardı? Başarısızlık mı geldi? O zaman suçlu arayışına başlıyoruz: “Kim bizi bu hale getirdi?” diyerek şikâyet ediyoruz, herkes bir ‘mağduriyet’ hikâyesi yazma telaşında. Oysaki suçluyu aramaya gerek yok, aynaya bakmak yeter. Ne demişler, “Kendi seçimlerinin sonuçlarına katlanamıyorsan, baştan doğru karar ver.” Ama yok, rahat mı batıyor? “Başkası yapsın, ben izlerim,” düsturuyla ilerleyenler için, sorun hep “dış kaynaklı!”
Ama işte işin özüne inelim: Özgürlük, cesaret ve emek ister, öyle yüreksizlerin işi değildir. Kolaya kaçan, başkasının peşinden giden insan özgürlük peşinde olamaz. Türkiye’de bunu her gün yaşıyoruz, kimsenin kendi seçiminden memnun olmadığı, ama yine de kendini bir türlü cesaretle ifade edemediği bir sürü hayat. Hadi bir de şu söz var, asla eskimez: “Koyunlar, ömrünü kurttan korkarak geçirir ama onları satan da yiyen de çobandır.” Bir an, “Acaba?” deyip çobana bakmaya cesaret etsek? Arada bir “Ben ne yapıyorum?” demek zor mu?
Şimdi bir de işin mizahi tarafına bakalım: önümüzde bir seçim olsa, yine herkes dört gözle birini işaretler. Neden mi? Kendini başkalarının çizdiği yolda kaybetmek artık hayatımızın bir parçası olmuş, zincirlere bile alışmışız. Ama zincirleri koparıp özgürce hareket etmeye karar verirsek, işler değişmez mi? İşte bu noktada biraz cesaret gerekiyor! Kendi yolunu çizeceksin, kendi aklınla seçim yapacaksın. Sonuçları güzel mi? Aferin! Kötü mü? E, en azından sen seçtin, vicdanın rahat! Ama yok, ben “Suçu hep başkasına atayım” diyorsan, işin içinden hiç çıkamazsın.
Özgürlüğün, kendi kararlarını vermenin, yanlış bile olsa kendi yolunu çizmenin zevki ayrı, kendi hatalarından ders almaksa paha biçilemez! Ama hepimiz buna var mıyız? Zor mu? Biraz! Ancak unutma: Kendi özgürlüğünü seçmeyen, hep başkasının kuklası olur. Hadi, kendine biraz güven. Zincirlerini kır, prangalarından kurtul. Biraz zor ama sonunda diyeceksin ki: “Oh be, sonunda kendi hayatımı kendim yönetiyorum.”
Unutma: Hata yapabilirsin, ama aynı hatayı tekrar etmediğin sürece, her yeni deneme seni biraz daha özgür yapacak. O yüzden hadi bakalım, bugün den sonra zincirleri kırma günü! Olsun.
“Epiktetos’un“Söylevler”” kitabından bir alıntı yaparak yazımı sonlandırayım.
“…Neye hayranlık duyuyoruz? Dışımızdaki şeylere.
Enerjimizi nereye harcıyoruz? Dışımızdaki şeylere.
O halde böyle korku ve endişe içinde olmamız şaşırtıcı mı? Aklımızdaki sürekli kötü olaylarla karşılaşacağımız düşüncesiyle başka türlüsü mümkün mü? Tabi ki korkarız ve endişeleniriz. Sonra da “Yüce Tanrım, beni endişeden kurtar” diye yalvarırız. Sizin elleriniz yok mu geri zekâlılar? Tanrı size bir çift el vermedi mi? Öylece oturup burnunuz akmasın diye dua mı edeceksiniz? En iyisi dua etmeyi bırakın ve burnunuzu silin. Ne yani, durumunuza yardımcı olacak hiçbir şey vermedi mi? Size dayanma gücü, yüce bir ruh, cesaret vermedi mi?…”