Geçtiğimiz günlerde Viranşehir’in Darika Jor köyündeki on iki bin yıllık neolitik yerleşim alanı Sefertepe’yi, ardından da yakınlarındaki Karahantepe’yi, bir de güzelim ceylanların diyarı Tektek dağlarından ta Karacadağ’a kadar yayılıp giden Deşta Milan’ın kadim topraklarına adeta tepeden bakan dört bir yanı içerden birbiri ile bağlantılı inşa edilmiş yer altı mağaralarıyla çevrili muhteşem Kela Çemdîn’i ziyaret ettik. Sefertepe, illa ki Karahantepe, beni bir defa daha büyüledi, toplumsal yaşamın boy verdiği bu coğrafyanın ilk günlerine gider, taşa ruh veren neolitik dönemin bilge duvar ustalarıyla fısıldaşır, bin yıllara yayılan sırlarımızı paylaşır, sırtını Kura Kerteş’e veren, dünyaya gözlerimi açtığım Siverek’in Kerteş köyü ile neolitik dönemin şaheseri Karahantepe’nin benzeyen, benzemeyen mimari yapısı, yaşamı kolaylaştıran araç gereçler, kap kacaklar üzerine canlı kanlı konuşur gibi oldum. Taş ve topraktan yapılma duvarlarla birbirinden ayrılmış çok sayıda yuvarlak, yarım yuvarlak, kare yada dikdörtgen şeklinde bitişik nizam inşaa edilmiş oda tipi bölmelerden oluşan neolitik dönem Sefertepe, Karahantepe yapısı, tuhaf bir şekilde beni çocukluğuma, doğal çevremi, kendimi anlamaya başladığım günlere alıp götürdü. Aradan geçen günlere rağmen hala bu gidişin duygusunu yaşıyorum. Sahiden bana can, kültürel hayatıma kaynak olmuş ilk yaşam alanım köye, Sefertepe’de, Karahantepe’de olduğu gibi sırt sırta, yan yana inşa edilmiş, iki, bilemedin üç bölümden oluşan küçücük evleri ise Kürtçe “neqeb” dediğimiz, daracık geçişlerle birbirinden ayrılmış kadim Kerteş’e, Haziran ayının sarısıcak bir gününde avlusunda doğduğum taş eve gitmiş gibi oldum. Evet, elde edilen arkeolojik buluntularla binlerce yıl önce başladığını öğrendiğimiz, ancak kırk, bilemedin elli yıl öncesine kadar izleri yer yer devam eden, kullanılan araç gereçlerle, kap kacaklarla, yol gitmeyen, kervan geçmeyen kapalı köy yaşamıyla, efsaneleriyle, dahası kabile kültürüyle günlük yaşamdaki varlığını sürdüren neolitik döneme yolculuk yapmış gibi olmanın hissine kapıldım, duygusunu yaşadım…
*
Çocukluğumun geçtiği köy, Kerteş’teki gibi birer yaşam alanı olan bölümleri taş duvarlarla birbirinden ayrılmış neolitik yapıları ayırt etmeye çalışırken, büyükçe olan bölümleri Kürtçe “kut” dediğimiz, dev meşe ağaçlarının gövdesinden yapılma, oldukça kalın “T” şeklindeki iki direğin üzerine kurulu evimizin ana bölümüne, daha küçük olan kare bölümleri çoğu zaman misafirlerimizin, en çok da geceye kalan çerçilerin, Ramazan ayında köylülere namaz kıldırmaya gelen melelerin, yabancı gezginlerin, uzak köylerden gelen akrabalarımızın ağırlandığı sağdaki küçücük odamıza, biçim veremediğim ama kendimi zorladığımda şeklini dikdörtgene benzetebileceğim bölümler ise evimizin arka tarafına düşen, yatakların bulunduğu, öteberilerin yığıldığı, kadınların kaldığı evin en mahrem bölümüne, dış çepere yakın, en biçimsiz bölümleri ise içerden de girişi olan, ana kapısı dışarıya açılan evimizin en arka tarafında yer alan, duvarları gelişi güzel yapılmış ahıra, daha dar ve zemini daha derin olan en küçük yapıları ise çamurla sıvanmış dev sepetlerden yapılma evimizin sol tarafına düşen tahıl silolarının bulunduğu, şömineye benzettiğim evin içindeki ocakta yakacak olarak kullandığımız tezeklerin istiflendiği yere benzettim. Kerteş gibi, Sümer dilinde dağ, Kürtçe’de ise tepe anlamına gelen bir “kur”ın yamacında kurulmuş olan neolitik dönem yapısı Karahantepe yerleşiminin ortasında yer alan, duvarları boyunca taş oturakların bulunduğu dev alanı ise köylülerin her akşam toplandıkları, sorunlarını konuştukları, sabahlara kadar dengbêjleri dinledikleri, uzun kış geceleri boyunca kadim masallar, hikayeler anlattıkları, toplumsal ve dini meseleleri tartıştıkları, felsefe yaptıkları, eğlendikleri, duvarları boyunca kalın yün yastıklarla çevrelenen keçelerin serili olduğu köy odalarına benzettim. Neolitik yerleşim alana dalıp giderken, yaşadığım coğrafyanın binlerce yıl öncesini hayal ederken Kerteş’in yıkıntıları arasında ordan oraya delice koşuşturan çocuk halimi görür, yeniden yaşar gibi oldum…
*
Çocukluk yıllarıma kadar doğadan toplamaya, daha doğrusu yarı göçebe yaşamaya devam eden yerleşik kültürün hakim olduğuna tanıklık etiğim, günlük yaşamda ise neolitik dönemden bize miras kaldıklarından artık emin olduğum araç ve gereçlerin bugün bile kullanıldıklarına kanaat getirdiğim özgün Karacadağ kültürünün hakim olduğu bölgede yer alan Göbeklitepe, Karahantepe, Sefertepe, Nevali Çori, Çayönü, Kendale Hecela, Ambar Höyüğü, Kortiktepe gibi neolitik yerleşim alanları bilinen, tanınan yerlerin başında geliyor. Bölgemizde keşfedilmeyi bekleyen, henüz bilinmeyen, daha birçok köy yerleşiminin altında, çevresinde yer alan sayısız neolitik yerleşim alanlarının bulunduğunu söylemek gerekiyor. Henüz keşfedilmemiş, gün yüzüne çıkmayı bekleyen o yerlerden biri de Kerteş ve çevresindeki köyler olmalı. Çocukluğumun geçtiği bu köylerde, küçük, büyük boylarda taş dibekler, taş el değirmenleri, kümes hayvanları için su bırakılan ağız kısmı yayvan tasa benzeyen küçük su yalakları, tazı ve köpekler için yiyecek bırakılan çanak tipli taş kaplar, küçükbaş, büyükbaş hayvanlar için su bırakılan büyük taş yalaklar, dokumada kullanılan taş aletler, tahıl öğütmede, tahıl dövmede kullanılan taş kap ve aletler, su değirmenlerinde, dinglerde kullanılan dev öğütme taşları, toprak damları düzeltmeye yarayan taş loğların kullanıldığını, hayatı kolaylaştırdığını gün gibi hatırlıyorum. Bir de ağaçtan, kamıştan çeşit çeşit aletleri, deriden, keçi ve koyun yününden yapılma gereçleri, farkıl boylarda toprak küpleri hatırlıyorum. Hatırladığım kadarıyla bakır dev kazanlar, tencereler, siniler, tabaklar, taslar, demirden yapılma oraklar, kazma ve kürekler, sabanlar ise bin yıllardan bu yana kullanılan taş araç ve gereçleri tamamlayan kap kacak ve aletleri biliyorum. Bir de evlerimizin temelinde çıkan taşların, etraftaki dev kayalıkların üzerinde bulunan görünürdeki çizimleri, kabartmaları, heykelimsi taşları biliyorum, İslamiyet’ten sonra bize miras kalmış, dahası körü körüne bize belletilmiş “kafir işi” düşüncesinin hazına kapılarak akılsızca parçaladığımız, sonsuza kadar yok ettiğimiz, geçmişimiz neolitik dönemden kalma buluntuları, illa ki boncukları, küçücük heykelcikleri iyi hatırlıyorum. Kerteş’i bir yana bırakıp Sefertepe’nin, Karahantepe’nin ilk günlerini düşlerken, henüz el değmemiş vahşi doğanın can olduğu özgür yaşamlarını, toprağa bir verip beş alan, yedi alan, belki de on iki alan kapasitelerini, taşa, toprağa hayat veren hayal güçlerini düşünürken yüzyıllar içinde geriletilmiş, sonu gelmeyen işgalci kültürün ağır şiddetiyle dumura uğratılmış, hakikatinden kopartılmış, bir anlamıyla tarihine, kültürüne, sanatına düşman ettirilmiş, kendisini var eden değerleri akılsızca yok eden hale getirilmiş halimizi hayıflanarak hatırlıyorum. Bu ruh halimle ilk bilge tanrının hayat bulduğu neolitik yaşamın kalbi Karahantepe’nin gül yüzlü elçisi, bin yıllara meydan okumuş korkusuz habercisi, on iki bin yıllın şaheseri çıplak adamın karşısında çaresizce eziliyorum, şaşkın bir halde yere çöküp kalıyorum, öylece…